Osmanlı yönetimi altındaki Filistin’in nüfusu, toplu Yahudi göçleri başlamadan önce 400 bin civarındaydı. Yahudi cemaatinin sayısı 25 bindi. Bu Yahudiler daha çok dini çalışmalar amacıyla Kudüs’e geliyorlardı ve çoğu Batılı devletlerde yaşayan Yahudi grupların yardımlarıyla geçimini sağlıyordu. 19.Yüzyılın sonunda Siyon’u Sevenler hareketiyle toplu şekilde gelen Yahudiler bu gruptan farklıydı.
Batı’dan ve Rusya’dan gelen Aşkenazi Yahudilerinin pek çoğu toprağı işlemeye dayalı ve daha çok sosyalist komünist fikirlerin hakim olduğu, ortak mal, ortak ekim ve işgücü prensiplerini savunuyorlardı. Filistin’de yeni bir Yahudi yurdu kurmanın topraktan geçtiğini savunan bu grup için, toprak satın almak, o toprağı ortak işgücüyle yeniden işleyip Atalarının yaşadığı toprağa geri dönmek temel felsefeyi oluşturuyordu.
1882-1913 yılları arasında Filistin’e 35 bin Yahudi yerleşimci geldi. 1907’de Filistin’de planlı Siyonist çalışmaları başlamış, 1913’te ilk kolonileştirme planı yapılmıştır.
Osmanlı yönetimi 1860’taki Suriye ayaklanmasından sonra Akka ve Nablus’u Beyrut valiliğine bağlamış, Kudüs ve Beytüllahim şehirlerini her üç din için de kutsal olmasından dolayı doğrudan İstanbul hükümetine bağlı, ayrı, bağımsız birer sancak haline getirmiştir. Filistin olarak bahsedilen bölge tüm bu sancakları kapsamaktadır.
1897’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist Kongre sonrası güçlenmeye başlayan siyasi Siyonizm Yahudilerin tüm diğer milletler gibi ve diğer milletlere de örnek olacak bir biçimde kendi yurtlarını kurmalarını öngörüyordu. Theadar Herzl’in önderliğindeki Siyonist hareket başka alternatifleri tartışmış olsa da, bu yurdun ikibin yıl önce çıkartıldıkları topraklarda, yani Filistin’de, kurulmasında fikir birliğine varılmıştı. Ancak Filistin Osmanlı Devleti’nin egemenliğindeydi ve kendi Arap halkı vardı.
1922 yılında yapılan resmi nüfus sayımına dek Filistin’in nüfusuyla ilgili resmi rakamlar bulunmasa da Birinci Dünya Savaşı öncesinde Filistin’in nüfusu 660 bin civarında gösterilmektedir. Bunlardan 600 binin Arap, 60 bininin Yahudi olduğu tahmin edilmektedir. Siyonist literatürde, bu topraklardaki Arap nüfusun sayısı ve önemi azımsanmaktadır. Siyonizm’in ortaya çıkmaya başladığı evre ve sonrasında, Filistin için, Halksız bir yurda, Yurtsuz bir halk sloganı sıkça kullanılmıştır. Gelen Yahudiler Filistin’de varolan sistemin zayıflıklarını kullanarak; rüşvet vererek, yabancı temsilcilerin yardımlarını isteyerek bunu sağlayabilmişlerdir.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı çıkınca, gelişen Arap huzursuzluğuna karşı sert önlemler almayı tercih etmiştir. Suriye’de bulunan 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa Arap ileri gelenlerinden 15 kişinin asılmasını emredince, ilişkiler daha da çıkmaza girmiş ve huzursuzluğu engelleyeceğine, tam tersine körüklemiştir. Şerif Hüseyin ve McMahon yazışmalarıyla Arap isyanı kurgulanmış ve Osmanlı ordusuna karşı ayaklanacak olan Arap birliklerine İngiltere tarafından mükâfat olarak bağımsız Arap devleti vaat edilmiştir.
1915-16 tarihlerinde yapılan bu görüşmelerle İngiliz hükümeti savaşta Türklere karşı Arap desteği karşılığında Mekke Şerifi Hüseyin’e savaş sonrasında Arap dünyasının liderliği sözünü vermiştir. Filistin, Hüseyin’in liderliğinde kurulacak olan Arap devletinin sınırları dışında bırakılmış olsa da Araplar buranın bağımsız Arap devleti planının bir parçası olduğunu iddia etmişlerdir.
İngiltere’nin Kahire Yüksek Komiseri Sir Henry McMahon 24 Ekim 1915’te Şerif Hüseyin’e gönderdiği mektupta şöyle demektedir: “Bu deklarasyonun İngiltere’nin Arap dostlarının emellerine olan derin sempatisi konusunda şüphe bırakmayacağını ve uzun ve güçlü bir ittifakla sonuçlanacağına eminim. Bu ittifakın en öncelikli sonucu Türkleri Arap ülkelerinden atmak ve Arapları onları senelerdir ezen Türk yönetiminden kurtarmak olacaktır.”
Gelecekte kurulacak olan İsrail devletinin ilk Başbakanı David Ben-Gurion, Osmanlı ordularının savaşı kazanacağını ve sonrasında da sadakatleri karşılığında Yahudilerin Filistin’de bir otonom yapı kurmalarına izin vereceğini düşünmektedir. Bu amaçla Osmanlı ordusu içinde bir Yahudi birliği kurulmasını teklif etmiştir. Bir diğer grup ise kazanan tarafın İngiltere olacağını savunarak, Yahudilerin İngiliz ordusu içinde bir grup kurmalarını savunmaktadır. İlginçtir ki, siyasi aktiviteleri nedeniyle Ben Yahuda ve Ben Gurion, kısa zaman sonra Osmanlı otoriteleri tarafından tutuklanıp daha sonra da Filistin’den sınır dışı edilmiştir. Her ikisi de faaliyetlerini sürdürecekleri Amerika’ya doğru yola çıkmış, Ben Gurion’un pasaportuna bir daha dönmemek üzere yazılmıştır.
Bu süreçte Cemal Paşa’nın Filistin’den sürdüğü otuz bin kadar Yahudi de Mısır’ın İskenderiye kentinde toplanmıştır. Burada Müttefik saflarında Türklerle savaşacak bir Yahudi birliği meydana getirilmesi yolundaki fikir güçlenmiştir. Siyon Katır Kolu adı verilen bu birlik Çanakkale’ye uğurlanmış ve İngiliz ordusu ile birlikte Osmanlı’ya karşı savaşa katılmıştır.
1917 baharında Gazze’deki çatışmalar sırasında sivillerin arada kalmasından korkan Cemal Paşa şehrin kısa zamanda boşaltılmasını emrederek, pekçok sivili (Yahudi ve Arap) kısa bir zaman için de olsa mülteci durumuna düşürmüştür. Yafa ve Tel Aviv’de de sivillerin şehri boşaltması istenmiş, oluşan kaos ve trajedi Yahudiler arasında Türklere karşı olan desteği son derece azaltmış, General Allenby’nin ordusunu kurtarıcıları olarak bekler duruma getirmiştir. Yahudilerin bu durumu Almanya’daki Yahudi örgütünün ve cemaatinin de tepkisini çekmiş ve protestolara neden olmuştur. Alman hükümeti bu protestolar karşısında İstanbul hükümetine baskı yaptı.
2 Kasım 1917 tarihinde İngiltere’nin açıkladığı ve Yahudilerin Filistin’de bir “ulusal yurt” kurmalarına destek veren Balfour Deklarasyonu Yahudilerin desteğinin tamamen İngilizlerin lehine çevrilmesinde dönüm noktası oldu. 7 Kasım 1917’de Gazze ve 16 Kasım’da da Yafa, General Allenby’nin ordusuna teslim oldu, Ancak bu aşamada Osmanlı yetkilileri kaybedilen bu toprakların yakın zamanda tekrar ele geçirileceğini düşünüyorlardı. Özellikle de Alman ordularının kısa zaman içinde İtalya’yı yenerek kaynaklarını doğuya kaydıracağı, bu arada da taktik olarak geri çekilmiş Türk ordularının tüm güçleriyle taaruza geçerek İngilizleri bozguna uğratacakları yönünde planlar yapllıyordu.
Savaş süresince hem Arapların hem de Yahudilerin desteğini kaybeden Osmanlı Devleti, bu durumla başa çıkmak ve bu grupların yeniden desteğini sağlayabilmek için bir dizi girişimde bulundu. Öncelikle bölgedeki İngiliz egemenliğini kırmak için Araplar arasında aktif propaganda başlatıldı. İngiliz kaynaklarına göre Osmanlı Devleti bu amaç doğrultusunda harcanmak üzere iki milyon Frank tahsis etmiş ve Arap dünyasının, özellikle de Mısır’ın ileri gelenlerini İngiliz aleyhtarlığını destekleyip yaymaları amacıyla İstanbul’a davet etmişti.
Bolşevikler, Balfour Deklarasyonu’nun açıklanmasını takip eden günlerde Rus gazetesi zvestia’da Çarlık dönemin dış politikası üzerine önemli belgeler yayınlamışlardı. Bu belgeler arasında Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen ve Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarını İngiliz ve Fransızlar arasında paylaştıran belge de vardı.
Cemal Paşa 13 Kasım 1917 tarihli bir mektupla Şerif Hüseyin’i Filistin’deki İngiliz ilerlemesini engellemek için Osmanlı ile birlik olmaya davet etmiş ve karşılığında “Türkiye’nin iyi niyetiyle Arap milli emellerini gerçekleştirileceğini” belirtmişti. Cemal Paşa, Araplara İngilizler tarafından kandırıldıklarını kabul ederlerse, isyanlarının affedileceğini ve İslam çerçevesinde sorunların çözümleneceği sözünü vermişti.
30 Kasım 1917’de Beyrut’u ziyaret eden Cemal Paşa taktik nedenlerle Yafa, Ludd ve Ramleh’den çekildiklerini ancak ne pahasına olursa olsun Kudüs’ü ellerinde tutacaklannı ve kaybedilen yerlerin yeniden ele geçirileceğini söylemişti.
27 Kasım 1919 tarihli Filistin Yüksek Komitesi’nin Hayfa’daki Amerikan temsilcisine gönderdiği mektupta şunlar yazılmaktadır:
Zayıf Arap milletinin en büyük düşmanı olması gereken Türkiye bile bizi böyle bir yavaş ölüme mahkûm edecek kadar baskıcı olmamıştı. O zaman nasıl oluyor da Yakın Doğu’daki zaferlerine Arap katkısını belirten dostumuz Müttefikler bize bunu yapabiliyorlar? Biz Türklere karşı ayaklandıysak haklarımızı savunmak içindi. Eğer işbirliğimizin ülkemizin bölünmesine ve kolonileşmesine neden olacağını bilseydik, Türklere karşı düşmanlığımızı ilan etmezdik.
28 Ocak 1920’de son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında kabul edilen Misak-ı Milli, ateşkes ilan edilen 30 Ekim 1918 tarihinde düşman kuvvetlerinin elinde bulunan Arap topraklarının geleceğinin burada yaşayan halklar tarafından tayin edilmesini benimsemişti. Bu durum aslında burada yaşayan halklara isterlerse Türkiye’ye katılma fırsatı tanıyor ve gelecekte olası bir birleşmeye açık kapı bırakıyordu. Ancak San Remo’da yapılan görüşmeler Sykes-Picot Anlaşması çerçevesinde Suriye’de Fransız, Irak ve Filistin’de de İngiliz mandasını kabul etmişti. Osmanlı Devleti bu anlaşmaları Sevr Anlaşması’nın bir parçası olarak imzalamıştı ancak Sevr, Türk hükümetlerince onaylanmadığı için Lozan Anlaşması onaylanana dek bölge ile ilgili düzenlemeler resmi bir nitelik kazanmayacaktı. Yine de defacto olarak ilk İngiliz Yüksek Komiseri Herbelt Samuel’in 30 Haziran 1920 tarihinde Filistin’e atanmasıyla beraber burada İngiliz idaresi başlamıştı.
İngiliz idaresinin başa gelmesiyle beraber Filistinli bazı grupların Türklerin yönetimini İngiliz yönetimine tercih ettiklerini ve Türk idaresinin Filistin’i geri alması yönündeki taleplerini arttırdığı görülmektedir. Bu dönemde özellikle Filistinli Müslümanların Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nı yakından takip ettikleri ve “azimli davranıp tanınmak istiyorsan Mustafa Kemal’in izinden git!” şeklinde gazete yazıları yayınlamaları dikkat çekicidir. Özellikle Türk birliklerinin Eylül 1922’de İzmir’e girişi Filistin’de sevinç gösterileriyle karşılanmış, Kudüs Mustafa Kemal’in resimleriyle süslenmiş ve Türk bağımsızlık savaşına katkı olarak bağışlar toplanmıştır. Nablus’ta pencerelere Türk bayrakları asılmış, camilerde dualar okunmuştur. Porath’a göre, Filistinli Müslümanların Türk zaferleri karşısında bu derece sevinmelerinin nedeni bu zaferlerin kendi geleceklerini de etkileyeceğine olan inançlarıdır.
Bilindiği gibi Arap bölgelerin yönetimi Sevr anlaşmasıyla Batılı devletlerin eline verilmiştir. Bu düşünce çerçevesinde eğer Türkler Kurtuluş Savaşı’yla Sevr’i geçersiz kılabilirse, Arapların da kendi geleceklerini kendileri tayin edebilecekleri yeni bir yapı oluşabilecektir.
Lozan Anlaşması’nın onaylanmasından sonra Filistin’de İngiliz mandası resmileşecek ve bu da Türk mandası yönünde duyulan talepleri bitirecektir.