Geçmişte İngilizlerin Arapları kullanarak Osmanlı’ya karşı ayaklandırma politikalarının benzerini günümüzde Amerika’nın Irak’ta Kürtler üzerinden yürüttüğü gözlemlenmektedir.
20. yüzyılda uluslararası ilişkiler açısından üç ana dönüşüm yaşanmıştır.
Bunlardan birincisi Birinci Dünya Savaşı’nın, ikincisi İkinci Dünya Savaşı’nın, üçüncüsü ise Soğuk Savaş’ın sona ermesi neticesinde gerçekleşmiştir. Bu üç ana dönüşümü ortaya çıkaran savaşlar ve siyasi gelişmeler Avrupa’da cereyan ederken söz konusu dönüşümün en geniş çaplı neticeleri Orta Doğu’yu etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı neticesinde bölgede gerçekleşen sömürgeci bölüşüm ile özellikle Osmanlı Devleti döneminde İslam Medeniyeti kimliği etrafında şekillenmiş olan jeopolitik ve jeokültürel yapı parçalanarak Müslüman topluluklar arasındaki çatışma unsurları tahrik edilmiş, bölgenin ekonomik kaynakları sömürgeci güçlerin müdahalelerine uygun hale getirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan İsrail Devleti ile birlikte tarihi “Yahudi Meselesi” de Avrupa’dan Orta Doğu’ya ihraç edilerek bölgedeki jeopolitik ve jeokültürel yapı içinden çıkılmaz bir hal almış ve bölge tamamı ile istikrarsızlaştırılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere İmparatorluğu’nun doğusu ile batısını birleştiren köprü olarak büyük önem atfedilen Orta Doğu, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının tespiti ile jeopolitik önemini daha da arttırmıştır. Orta Doğu 20. yüzyıl başlarında olduğu gibi, 21.yüzyılın başında da dünyanın en fazla jeopolitik önemi haiz bölgesi olma özelliğini korumaktadır. Üç kıtanın birleştiği önemli bir geçiş güzergâhı olmasının yanı sıra üç büyük dinin doğduğu topraklar olması münasebeti ile de büyük teolojik önem taşımaktadır. Sahip olduğu büyük jeopolitik önem sebebi ile her zaman büyük güçlerin ilgi alanı içerisinde bulunan Orta Doğu’nun bundan sonraki dönemde de önemini korumaya devam edeceği aşikârdır.
Buna bağlı olarak büyük güçlerin bölgede milli menfaatleri doğrultusunda politikalar yürütmeye devam edeceği de bir gerçektir. Bu güçlerin bölge politikalarını yürütürken kullandığı yöntemlerin incelenmesi, politikalarının anlaşılması açısından faydalı olacaktır.
Bu noktadan hareketle bugün bölgede Geniş Orta Doğu Projesi adı altında politikalar yürüten Amerika’nın, geçmişte Avrupa devletlerinin kullandığı yöntemlere benzer yöntem ve unsurları kullandığı, gelecekte de söz konusu coğrafya üzerinde hâkimiyetini devam ettirebilmek için kullanmaya devam edeceği değerlendirilmektedir.
Orta Doğu, tarihin başlangıcından bu yana sosyal, kültürel ve coğrafi özellikleri ile dünya üzerindeki imparatorlukların ve sömürgeci devletlerin dikkatini çeken bir bölge olmuştur. Birçok devlet, bulunduğu konum itibariyle kıtalar arası bir köprü vasfına sahip bu bölgenin kontrolünü elinde tutabilmek için savaşlar vermiş ve devletler arasında yine bu sebepten sayısız çatışmalar yaşanmıştır. Bölgenin stratejik öneminin artmasında zengin enerji kaynaklarına sahip olduğunun anlaşılması ve endüstriyel gelişmelere bağlı olarak 20.yüzyılın başında dünyadaki egemen güçlerin gittikçe artan enerji ihtiyaçları önemli bir rol oynamaktadır.
Orta Doğu bölgesi tarih boyunca her zaman stratejik bir öneme sahip olmuş ve bu özelliği ile her milletin sahip olmak istediği topraklar bütünü olarak mütemadiyen devletler ve milletler arası çekişmelere ve çatışmalara sebep olmuştur.
Medeniyetlerin beşiği olan bu bölge kültür zenginliği ile ilk çağlarda dikkati çekmiş, tüm semavi dinlerin bu bölgede doğması da bölgenin kültürel zenginliğini ve dolayısıyla bölgenin önemini daha da artırmıştır. 20. yüzyıla gelindiğinde ise bölgenin önemi artarak devam etmiştir. Coğrafi olarak zaten kıtalar ve bölgeler arasında bir köprü olarak ulaşım sağlayan Orta doğu, Süveyş Kanalı’nın 1869 yılında açılması ile deniz ulaşımı açısından da kritik bir bölge konumuna gelmiştir. Bölgenin önemini bir kat daha artıran gelişme ise petrol ve doğalgaz gibi karbon yakıtlarının 20. yüzyılda hayati bir önem taşıyan yakıtlar haline gelmesi ve bu bölgenin de bu yakıtlar açısından oldukça zengin olduğunun anlaşılması ile olmuştur.
Günümüzde; Orta Doğu hem petrol ve doğalgaz gibi zengin enerji kaynaklarına sahip olması, hem deniz ve kara yollarının geçiş noktası üzerinde olması hem de dini ve kültürel yapısıyla bir odak noktası olması dolayısıyla dünya üzerinde çok özel ve çok stratejik bir bölge olma özelliğini korumaktadır. Soğuk Savaş döneminden çıkan devletlerin güvenlik endişelerinden sıyrılıp ekonomik atılımlara yönelmeleri, sanayi ve teknoloji üreten devletleri yeni kaynak arayışına itmiş ve bu güçler Orta Doğu kaynaklarına odaklanmışlardır. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi aşırı kalabalık nüfuslara sahip ülkelerin hızla ekonomik durumlarının iyileşmesi ve dolayısı ile buralarda petrol ve doğalgaz gibi kaynak ihtiyaçlarının artmış olması yine gözleri Orta Doğu’ya çevirmiştir. Böyle bir ortamda Avrupalı güçlü devletler ve Amerika Birleşik Devletleri, Orta Doğu bölgesi üzerinde hâkimiyet ve kontrol sağlamak için politikalar üretmekte ve bölge üzerindeki etkinlik ve faaliyetlerini artırmaktadırlar.
Egemen güçlerin Orta Doğu üzerindeki bu politika ve faaliyetleri bölge ülkelerini derinden etkilemekte ve bölgede bitmeyen bir kargaşa ve güvensizlik ortamına, terörist faaliyetlere ve hatta savaşlara neden olmaktadır. Bütün bunlar bölge ülkelerinin güvenliğini tehdit etmektedir. Türkiye Orta Doğu bölgesinin bir parçası olarak bu egemen güçlerin Orta Doğu politikalarından doğrudan ve dolaylı olarak etkilenen ülkelerden birisidir. Bu durum Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, güvenliğini, öz kaynaklarını ve ulusal çıkarlarını tehdit etmektedir.
Egemen güçlerin politikaları ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu ise bu güçlerin bölge üzerindeki asıl emellerini gizleyerek politikalarını demokrasi, insan hakları, bireysel hak ve özgürlükler ve modern yaşam tarzının yaygınlaştırılması kisvesi altında yürütmeleridir. Bugün bölgede yaşanan siyasi sosyal ve iktisadi bazı sorunların temelinde bilinen ve aleni tartışılan görüş ve sebeplerin dışında aslında gizli tutulan gerçekler ve amaçlar mevcuttur. Meselelerin gerçek sebeplerinin anlaşılmasına mani olmak için de yönlendirmeler ve yanıltmalar kullanılmaktadır. Bölgede oluşturulan sisli ve puslu hava bu ortamın devamını sağlamaktadır. Geçmişte politikaların temelini siyasi ve dini faktörler oluştururken günümüzde bunların yerini milli, ekonomik, etnik, ideolojik ve kültürel faktörler almaya başlamıştır.
Batılılar dost, tarafsız veya düşman devletler ile toplumları kendi milli hedefleri ve menfaatleri doğrultusunda yanıltmak, etkilemek ve düşüncelerini değiştirmek amacıyla yoğun faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Avrupa’da İngiltere, Fransa ve İtalya gibi güçlü devletler ve Amerika, diğer ülkeler ile ilişkilerini ve politikalarını 19. yüzyıldan bu yana insanlığa acı ve yoksulluk getirmiş olan sömürgecilik esasına dayalı olarak yapılandırmışlardır. Bu emperyalist güçler, politikalarının esası bu olmasına rağmen bunu gizlemek ve dünya kamuoyundan tepki görmemek ve hatta destek almak amacıyla, politikalarına Yeni Dünya Düzeni, Büyük Orta Doğu Projesi, Ilımlı İslam gibi isimler verip bu politikaları, ülkelere daha çok demokrasi, özgürlük, refah ve mutluluk getirmek için yürüttüklerini iddia etmektedirler.
Batılılar benzer politikalarını jeopolitik ve jeostratejik önemi olan Orta Doğu bölgesi ve bu bölgede yer alan ülkeler içinde uygulamışlardır ve halen de uygulamaya devam etmektedirler. Bölgede kendilerine menfaat sağlamak amacıyla bölge ülkelerine karşı psikolojik harp yapmak, terör eylemlerinde bulunmak, yasadışı teşkilatları kullanmak, açık ve gizli diplomatik usuller uygulamak, siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel ve askeri faaliyetlerde bulunmaktan geri durmamışlardır.
Bölge gündeminde yaşanmış ve yaşanan çoğu olayın arkasında bu güçlerin parmağını görmek mümkündür. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başlarında bölgeye hâkim olmak ve bölge kaynaklarını kontrol etme politikaları güden devletler başta İngiltere olmak üzere Fransa, İtalya ve Rusya gibi zamanın güçlü Avrupalı devletleri idi. Büyük oranda sömürge topraklara hâkim olan bu ülkeler hem sömürgelerini daha iyi kontrol etmek hem de bölge kaynaklarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak istiyorlardı. Bu devletler Orta Doğu bölgesinin hâkimiyetini özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında küresel gücünü iyice hissettiren ABD’ye kaptırdılar.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ile güvenlik tehdidinden büyük oranda kurtulmuş ve rakipsiz kalmış olan ABD, dünyada tek hâkim güç olmak ve dünya siyasetine yön vermek için Orta Doğu bölgesine hâkim olmak istemektedir. Bu maksatla ABD, Balkanlar’dan Hindistan sınırlarına kadar geniş toprakları kontrol etmek ve buradaki ülkeler üzerinde hâkimiyet kurmak üzere politikalar üretmektedir.
Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın Orta Doğu bölgesinde yürüttüğü ve yürütmek istediği politikalardan, bölgenin bir parçası olan ve bölge ülkeleri ile yakın ilişkileri bulunan Türkiye de hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkilenmektedir. Bu güçlerin Türkiye üzerinde de çıkar hesapları bulunmaktadır. Geçmişten beri uygulanan bu politikalar ve bölgedeki diğer ülkelere uygulanan politikaların Türkiye’ye etkileri yoğun olarak devam eder durumdadır.
Aslında Avrupalılar ve ABD geçmişten beri Türklere soğuk bakmaktadırlar. Hatta Albert Sorel Türklerin Avrupa’ya ayak basması ve Türkler ve Avrupalıların ilk karşılaşmalarıyla bu iki unsur arasında bir düşmanlığın başladığını savunmuştur.
Avrupalı büyük güçler geçmişten beri Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti üzerinde siyasi ve iktisadi faaliyetler yürüterek ülkeye hâkim olmak, kontrol etmek, parçalamak, çeşitli azınlıkların bağımsızlıklarını sağlamak ve yeraltı kaynaklarını paylaşmak niyetleriyle faaliyetler yürütmüşlerdir.
19. yüzyıl başlarında bu politikaları İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupalı güçler yürütürken 20. yüzyıl ortalarından itibaren ABD benzer politikaları daha geniş boyutlarla, daha yoğun olarak ve daha geniş bir coğrafyada yürütmeye başlamıştır.
1900’lü yılların başında zamanın egemen güçleri Avrupa’da İngiltere, Fransa ve İtalya Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’yu da kapsayan zengin yer üstü ve yer altı kaynaklarına sahip olan toprakları paylaşma amacını taşıyorlardı. Bölge üzerinde yürüttükleri ayrıştırıcı ve bölücü politikalarla bu amaçlarına kısmen de olsa ulaşmışlardır. Türkiye’de Cumhuriyet rejimine dayalı bağımsız yeni bir devlet kurulmasına, Orta Doğu’da ise bağımsızlıklarını elde etmiş yeni ülkeler kurulmasına rağmen zamanın egemen güçlerinin bu bölge üzerindeki emelleri değişmeden devam etmiştir. Bu egemen güçler hem petrol gibi zengin enerji kaynaklarına sahip olması, hem deniz ve kara yollarının geçiş noktası üzerinde olması hem de dini ve kültürel yapısıyla bir odak noktası olan Orta Doğu bölgesi üzerinde hâkimiyet ve kontrol sağlamak için politikalarını sürdürmektedirler. Örneğin, ABD bu politikalar gereği en somut şekilde Körfez Savaşları, Afganistan ve Irak’ın işgalleri ile Orta Doğu bölgesindeki faaliyetlerini sürdürmüş ve bu bölgedeki 22 devletin öz kaynaklarını kendi menfaatlerine göre şekillendirmeye başlamıştır.
Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın Türkiye üzerindeki doğrudan politikaları Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, bağımsızlığını, güvenliğini ve öz kaynaklarını tehdit etmektedir. Bu güçlerin Orta Doğu bölgesi üzerinde diğer ülkelere uyguladığı politikaların bölgede savaşlara, teröre, çatışmalara ve bir güvensizlik ortamına sebep olması Türkiye’yi de bu ortam ve şartlara hazır olmaya ve çeşitli güvenlik tedbirleri almaya zorlamakta ve Türkiye’yi genel olarak bir güvensizlik atmosferinde yaşatmaktadır. Ayrıca bu durum Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerini tehdit ettiği için güvensizliğin yanında ekonomik kayıplara da sebep olmaktadır. Özetle, Avrupalı güçlü devletlerin ve Amerika’nın Orta Doğu proje ve politikaları Türkiye üzerinde çok yönlü tehdit, kayıp ve zararlara sebep olmaktadır.
Bu problemlerin önlenebilmesi ve etkilerinin en aza indirebilmek için problemin farkına varılması ve doğru anlaşılıp analiz edilmesi hayati önem taşımaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti Arapların İngiliz desteği ile ayaklanmaları sonucunda bölge üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiştir. İngilizler savaşın ilk dönemlerinde Arapları ayaklandırmak amacı ile Şerif Hüseyin ile temasa geçmiş, savaş başlayınca da bu yöndeki çabaları artış göstermiş ve Şerif Hüseyin ile anlaşıldıktan sonra Araplar Osmanlı aleyhine saldırıya geçmiştir. İngiltere’nin Şerif Hüseyin ile yaptığı görüşmelerden haberdar olan Fransa Orta Doğu’yu paylaşma girişimini hızlandırmış ve buna müteakip Fransa ve İngiltere arasında Sykes-Picot Planı üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Bu plana göre bölge iki ülke arasında büyük oranda paylaşılmış olmasına rağmen Fransa sahiplendiği bazı bölgelerdeki direnişi kıramamış ve bu bölgelerden çekilmek zorunda kalmıştır. Diğer bir taraftan, İngilizlerin savaş sonrası Orta Doğu’ya bu denli tutunabilmelerinin sebebi uyguladığı siyaset ve Arapların Osmanlı ile mücadele içine girmesine sebebiyet vermesi olmuştur. Fakat Araplar savaş sonrası kendi içlerindeki kaotik ortam yüzünden bağımsızlık yerine bu iki ülkenin egemenliğini tanımak zorunda kalmışlardır.
Orta Doğu Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile beraber zaten sömürgecilik yarışına girmiş olan Avrupa devletlerinin hâkimiyet ve kontrolü altına girmiştir. 20. yüzyılda bölgede Avrupalı güçlerin kontrolü ve İsrail Devleti’nin kurulmuş olması Orta Doğu’yu hem siyasi olarak hem de kültürel olarak derinden etkilemiştir. Son olarak bölge Amerika’nın denetimi altına girmiş ve ABD kendi politikaları ile bölgeyi yönetmeye başlamıştır. Osmanlının toplulukları bir arada tutmak için gösterdiği gayrete zıt bir politika güderek Avrupalı güçler ve devamında ABD kültürel ve etnik ayrışmaları körüklemiş ve bölgede çok sayıda küçük devletçiğin oluşumuna imkân tanımışlardır. Bölgede bir Yahudi devleti olan İsrail ve Hristiyan temelli bir devlet olan Lübnan devleti kurulmuştur. Ayrıca kültürel ve etnik olarak aralarında ciddi farklar olmamasına rağmen Arap topluluklara Suriye ve Irak gibi farklı devletler kurdurulmuştur.
Tarih sahnesinde coğrafi konumu, sahip olduğu enerji ve su kaynakları, kültürel ve dini yapısı ile en önemli rollerden birine sahip olan Orta Doğu şüphesiz bugüne değin var olmuş ve var olan tüm güçlerin ilgi odağı olmuştur. Medeniyet kavramının şekil bulduğu, dinler ve kültürler arası kaynaşmaların ve çatışmaların yaşandığı bu bölge geçiş yolları üzerinde bulunması hasebiyle de birçok dış medeniyete köprü vazifesi görmüştür.
Türkiye’nin ve özellikle ABD ve AB eksenindeki İsrail’in etkileri, bölgede nüfus yoğunluğunun neredeyse tamamını teşkil etmelerine rağmen Arap toplulukların birleşerek bir Arap Birliği oluşturmasını engellemektedir. Tarihsel bir geçmişte Türkler ve Araplar dini ve kültürel ortak bir geçmişe sahiptirler. Ancak İsrail için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bu da Araplar ile İsrail arasında düşmanlıklara ve çatışmalara sebebiyet vermektedir.
Tarih boyunca sahip olduğu jeopolitik konum itibari ile sayısız mücadelelere sahne olan Orta Doğu’nun, aynı karakteristiği devam ettiğinden günümüzde olduğu gibi gelecekte de birçok devletin sahip olmak isteyeceği önemli bir bölge olduğu açıktır. Bu çalışmada uluslararası arenada Orta Doğu kavramından ne anlaşıldığı, bölge üzerinde politikalar üreten ve uygulayan devletlerin bu politikalarının Türkiye üzerindeki etkilerine değinilmiş ve ortak noktalar belirtilmeye çalışılmıştır.
Tarihsel süreç baz alındığında dünyayı topyekun bir savaş yapmaya iten uluslar arasındaki menfaat çatışmalarının pek çok jeostratejik bölgede olduğu gibi Orta Doğu’da da yoğun olarak yaşandığını ve yüksek enerji potansiyeli nedeniyle yaşanmaya devam edeceği kanaati oldukça yaygın ve doğru bir kanaattir. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin egemen Avrupa devletlerinden İngiltere ve Fransa’nın izlemiş oldukları Orta Doğu politikalarının Osmanlı üzerindeki tesirinin olumsuz olduğu aşikardır. Bu süreçte Osmanlı Devleti’nin dağılmasının ardından bölge ülkelerinin birer birer İngiliz ve Fransız himayesi altına girdiği görülmektedir. 20. yüzyılın başlarında bölgedeki zengin enerji kaynaklarının tespit edilmesi sonucunda bölgenin stratejik önemi bir kat daha artmış ve Orta Doğu küresel anlamda hâkimiyet kurmak isteyen güçlerin ilgi odağı haline gelmiştir.
Yaşanan savaşların ve çatışmaların kökeninde bu bölgeden binlerce kilometre uzakta bulunan devletlerin ulusal menfaatleri yatmaktadır. Bu devletler sahip oldukları gücü genel olarak çatışmalardan uzak ada devleti konumunda olmalarına ve devlet yönetiminde sömürgeci bir zihniyet benimsemiş olmalarına borçludurlar. Bu devletlerin ilgi sahasına giren bölgelerdeki dini, etnik ve kültürel çeşitliliği bir kargaşa unsuru olarak kullandığı bir gerçektir. Faaliyet gösterdikleri neredeyse her yerde yapay sınırlar ile çevrilen ve tam anlamıyla yasallık kazanamamış ülkelerin üretilmesi problemlerin yüzyıllarca sürecek çatışmalar boyutuna taşınmasına sebebiyet vermiştir.
Bu temelden hareketle bugün Amerika’nın BOP adı altında Orta Doğu üzerinde yürüttüğü politikalar geçmişte İngiltere, Fransa gibi dönemin egemen devletlerinin bölge üzerindeki politikaları ile benzerlik göstermektedir ve emperyalist olarak nitelendirilebilir.
Ancak tüm dünyanın nefretini celbeden emperyalist emeller özgürlük, barış, demokrasi, temel hak ve hürriyetler, insan hakları, küresel terörizm ile mücadele gibi söylemlerle kamufle edilmeye çalışılmaktadır. Hemen hemen hepsi uluslararası hukuka aykırı olan müdahaleler mümkünse uluslararası kuruluşların desteği alınarak eğer bu mümkün değilse kendi oluşturdukları kuruluşlar ve koalisyonlar vasıtasıyla haklı bir temele oturtulmaya çalışılmaktadır.
Orta Doğu’daki bu belirsizlik ve çatışma ortamı bölgeyle tarihi ve kültürel bağları devam eden Türkiye’nin toprak bütünlüğü açısından çok tehlikeli olabilecek güvenlik problemleri arz etmektedir. Komşularının böyle bir belirsizlik ortamı içerisinde bulunmaları, Türkiye’nin ekonomik, kültürel ve sosyal komşuluk ilişkilerinin gelişimini sekteye uğratmaktadır. Bu sebeple bölgesel bir güç olan Türkiye bölge üzerinde komşuluk ilişkileri en az seviyede olan ülke pozisyonuna sokmaktadır. Gelişemeyen komşuluk ilişkileri beraberinde bölgesel güvenlik sorunlarını da getirmektedir. Bu güvensizlik ortamının yanı sıra etnik milliyet kökenli ve dış destekli terör, özellikle güney sınırlarındaki belirsizliğe bağlı olarak gelişme göstermekte ve Türkiye’nin büyük ve güçlü bir orduya sahip olma zorunluluğunun yanı sıra askeri alanda büyük harcamalar yapmasını gerektirmektedir. Silahlanma ve terörle mücadele kapsamında yapılan bu harcama ve yatırım ekonomik ilerleme yolunda en büyük engeli oluşturmaktadır.
Soğuk Savaş döneminde komünizm tehlikesine karşın Batı ile ilişkilerini geliştiren Türkiye’nin bu tutumu Orta Doğu’da tepkilere yol açmıştır. Maruz kalınan bu tepkilere yukarıda arz edilen yaklaşımlar nedeniyle Avrupa devletlerinin Orta Doğu’daki politikaları yol açmıştır.
Avrupa devletlerinin ve Amerika’nın Orta Doğu politikalarının Türkiye’ye diğer bir olumsuz etkisi de Orta Doğu’da bu güçlerin destek ve himayesinde kurulan Yahudi İsrail Devleti’dir. Hâlihazırda karmaşık bir yapıya sahip olan bölge üzerinde kurulan İsrail devleti iç karışıklıkları körükler niteliktedir. Öte yandan, İsrail zaman zaman bölgedeki yalnızlığının ve destek arayışının etkisiyle Türkiye düşmanlığına karşın Türkiye için bir müttefik konumunda bulunmuştur. Lakin bu gelişmeler dahi Türkiye-İsrail ilişkilerinde istikrar sağlayamamıştır.
Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrası Orta Doğu politikaları ile Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi karşılaştırıldığında iki dönem arasında oldukça önemli benzerlikler vardır. Bu benzerliklerin başında hem Avrupa devletlerinin uyguladığı politikalar hem de Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi’nin kapsamındaki uygulamaları geniş bir coğrafya üzerinde büyük değişimler öngörmektedir. Öngörülen bu değişimlerin Türkiye gibi bölgesinde güvenlik ve istikrar isteyen ve gelişmesi buna bağlı devletleri meseleyle daha yakından ilgilenmeye mecbur etmektedir. Orta Doğu’ya yakınlığı nedeniyle, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, güvenliği, öz kaynakları ve ulusal çıkarları tehdit altındaki Türkiye’nin bütün kırmızı çizgileri birer birer aşılmaktadır. Yine yanlış tahlil ve tahminler ile bir dönem öne sürülen Bir koyup, bin alma düşüncesi bu kadar yoğun ilgi gösterilen bu menfaat bölgesi için hayal olmaktan öteye geçememiştir.
ABD Büyük Orta Doğu Projesi gereği Irak’ı işgal etmiş ve bu proje kapsamında ABD düşmanı olan Saddam rejimini ortadan kaldırmıştır. Uluslararası hukuk kuralları ihlal edilerek yapılan bu işgal pek çok ülke gibi Türkiye tarafından da destek görmemiştir.
Amerika’nın Irak’ı işgalinde Türkiye’yi üs olarak kullanmak istemesi ile Meclis’e sunulan Tezkere’nin de Meclis’ten geçmemesi iki ülke arasındaki ilişkileri germiştir. Tezkerenin geçmemesi ile bozulan ilişkiler Amerika’nın, Irak’ı işgalinden sonra, 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek esir alması ile zirveye ulaşmıştır. Bu şekilde yaşanan gerginlikler Türkiye’nin güvenlik endişelerinde ne kadar haklı olduğunun daha iyi anlaşılmasına neden olmuştur.
Amerika’nın bilgisi dâhilinde kurulan Kürt Federe Devleti’nin bağımsızlık kazanması durumunda mevcut duruma bakılarak Türkiye’de yaşayan Kürt vatandaşlarımızın da tahrik edilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğü için tehdit oluşturabileceği kabul derecesi yüksek bir ihtimaldir. Kurulması olası bir Kürt devletinin Kerkük gibi petrol yatakları açısından zengin bir bölgeyi kapsaması ve oluşacak uygun bir konjonktürde bu durumun bölge Kürtleri tarafından fırsata çevrilmesi ihtimali de Türkiye için başka bir tehdit algılaması olmalıdır. Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında İslam dinini siyasallaştırma çabaları Türkiye için diğer bir tehdit algılaması olmalıdır.
Amerika’nın Orta Doğu politikalarını daha rahat bir şekilde yürütebilmek ve hâkimiyet kurabilmek için bölge üzerindeki etnik unsurları kullanarak küçük devletlerin kurulmasını desteklediği bazı yöneticilerinin yaptığı açıklamalardan anlaşılmaktadır. Yakın geçmişte ABD basınında ve NATO kolejlerinde ABD’li albayların Türkiye’nin doğu kesimini Kürdistan olarak gösteren haritaları kullanmaları belirli bir plan dâhilinde yapılmaktadır. Amerika’nın yaptığı açıklamalarda bu durumun resmi politikalarını yansıtmadığı belirtilmiş olsa da Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde hedeflenen politikaların sonuçlarından bir tanesi de budur. Ayrıca Ermeni lobisinin 1915 olaylarını her daim gündemde tutmasının ve bilindiği üzere 5 Mart 2010 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi’nde 22’ye karşı 23 oyla kabul edilen sözde Ermeni Soykırım yasa tasarısının Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanılmak isteneceği ihtimal dâhilindedir.
Netice itibariyle gerek Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu bölgesinde yürüttükleri politikaların gerekse bugün Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi dâhilinde izlemekte olduğu politikaların Türkiye’ye etkilerinin olumsuz olacağı düşünülmekte, geçmişte Osmanlı Devleti’ne karşı kullanılan politikalar ile aynı eksendeki politikaların bugün ABD tarafından bölge ülkelerine karşı kullanıldığı görülmektedir.
Çağımızda küreselleşmenin de etkisiyle emperyalist güçlerin politikalarının yaygınlaşması ve benimsenmesi hız kazanmıştır. Bu güçlerin yönlendirmesi ile ırk, din, dil, mezhep ve coğrafi bölge farklılıklarına dayanan azınlıklar ve alt kimlikler oluşturulması artmaktadır. Bu politikaları benimseyerek egemen güçlerin güdümünde milli birlik ve beraberliğimizi zayıflatanların takdir görmekte, beğenilmekte ve desteklenmekte olduğu görülmektedir. Bulunduğu konum itibariyle ve çevresinde bu tarz olaylar cereyan ederken Türkiye politikalarına yön veren yöneticilerin örnek almaları gereken tavır, Atatürk ve silah arkadaşlarının milli mücadelede gösterdikleri tavır ve kararlılık gibi olmalıdır. Atatürk ve arkadaşlarının sahip oldukları değer ve vasıflar örnek alınmalı ve bunlar takip edilmelidir. Ülke politikaları belirlenirken ülkemizin bütünlüğünden milli birlik ve beraberlikten Atatürk ilke ve inkılâplarından ödün verilmemelidir. Avrupa Devletleri ve ABD ile ilişkiler yürütülürken Türkiye’nin ve Türk halkının çıkar ve menfaatleri esas tutulmalı ve mütekabiliyet ilkesinden ayrılınmamalıdır.
Irak, PKK ve Ermenistan gibi hassas meseleler ele alınırken yine milli çıkarlarımızın gözetildiği, toplumun da desteğinin alındığı politikalar üretilmelidir.
Halkımız arasındaki farklılıklar bir zenginlik olarak benimsenmeli bu farklılıkların dış güçler tarafından çatışma ve ayrışma araçları olarak kullanılmasına mani olunmalıdır. Dâhili ve harici unsurların milli birlik ve beraberliğimizi bozmak üzere yürüttüğü propaganda ve politikaların farkında olup bunlara karşı önlemler alınması gerekmektedir.
Gelecek yıllarda Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının tükenmesi durumunda bile bölgenin jeopolitik öneminin en azından din kisvesi altında devam edeceği ve egemen güçlerin yine bu bölgede hâkimiyet sahibi olmak isteyeceği öngörülmektedir. Bölgenin çatışma ortamı, istikrarsızlık, fakirlik gibi sorunlarının devem etmesi sonucu büyük güçlerin bölgeye, günümüzde müdahale ettiği gibi, gelecekte de kolayca müdahale etmek isteyeceği tahmin edilmektedir. Büyük güçlerin 20. yüzyıl boyunca bölge üzerindeki çıkarları doğrultusunda çatışma ortamı oluşturdukları, var olan çatışma ortamını kullandıkları görülmüştür. Bu sorunların devamı ile dünya çapında egemenlik çabası içerisinde olan bu güçler kaotik ortamı bir araç olarak kullanıp politikalarını devam ettireceklerdir. Bu doğrultuda Türkiye’nin egemen güçlerin bu politikaları karşısında gerek güvenlik, gerek ekonomik, gerekse de rejim anlamında önemli problemler yaşayabileceği öngörülmektedir. Gelecekte AB’nin büyük bir devlet halini alması ya da Avrupa ülkelerinin başka büyük bir devletin kurmuş olduğu farklı bir birlik çatısı altında toplanması durumunda Birinci Dünya Savaşı’nda yaşandığı gibi Orta Doğu’nun tekrar önemli bir konuma sahip olacağı düşünülmektedir. Mevcut konumu itibariyle enerji kaynakları açısından oldukça kısıtlı kaynaklara sahip olan AB’nin Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için farklı alternatifler bulabilmek bakımından geçmişe oranla Orta Doğu’ya daha fazla yönelebileceği öngörülmektedir.
Bununla beraber Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile yaşadığı problemlere rağmen AB üyeliğine alınması AB’nin Orta Doğu politikalarının bir adımı olarak görülmelidir. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin çok uzun bir süreç olduğu düşünüldüğünde bu gelişmenin Türkiye açısından bir güvenlik tehdidi olarak görülüp Türkiye’yi AB ile rekabete itebileceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Günümüzde Amerika’nın sebebiyet verdiği sorunların gelecekte Amerika’nın yerini alabilecek olası küresel bir gücün de Orta Doğu üzerinde hâkimiyet kurma isteği ile devam ettirebileceği göz önüne alınmalıdır. Örneğin, bugün büyük bir ivme ile büyüme gösteren Çin bu ivmeyi idame ettirebilirse kırk yıl sonra dünyanın en büyük ekonomik gücü olabilir. Çin’in bu gelişimini, daha önceleri ABD ve Avrupalı devletlerin yaptığı gibi, evrensel söylemler ile Orta Doğu’ya barış ve istikrar getirme yolunda kullanarak bölge ülkelerini işgal edebileceği ve ekonomik gücünü bir koz olarak kullanabileceği ihtimali göz önünde bulundurularak bu olaylar karşısında hazırlıklı olunmalıdır. Bu temelden hareketle Orta Doğu ülkelerinde insan haklarına riayet eden yöneticilerin iktidara gelmesi, bu ülkelerin refah seviyelerinin yükseltilmesi ve kalkınmaları dış güçlerin gerek bölge ülkelerinin içişlerine gerekse bölgeye komşu olan ülkelere müdahale fırsatını ortadan kaldıracaktır.
Sonuç olarak bu çalışma kapsamında uluslararası düzenin tek kutuplu yapıya doğru geçişi üzerinde durularak Orta Doğu kavramı çevresinde dolaşan politikaların temelinde yatan gerçekleri doğru anlamak için gelişmeler tarihsel gelişim sürecinde ortaya konmuştur.
Evresel söylemler kisvesi altında yürütülen politikalar Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını tehdit etmektedir. Bu nedenle gelecek dönemlerde oluşabilecek muhtemel gelişmeler ışığında Türkiye’nin duruşunu belirlemesi ve çıkarlarını en üst seviyeye ulaştıracak politikalar üretmesi gerekmektedir.
Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü -Hüseyin ERDÖNMEZ