Avrupa Birliği, bugün ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artışı gibi ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. AB’nin özellikle son genişleme dalgalarında yaşadığı refah kaybı ve göç akını kaygısı, yeniden yapılanan küresel ekonominin yol açtığı ulusal işgücü kaybının körüklediği nefret ortamı ve artan İslamofobi, Avrupa’yı sarsan bu sürecin çarpıcı çıktılarındandır.
Ancak sosyal ve siyasi farkındalıktan uzak kalındığı ölçüde AB’nin geleceği açısından da nefrete dayalı bir hastalığın habercisi olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, ne yalnızca günümüz Avrupasının bir sorunudur ne de sadece yakın geleceğe yönelik bir tehdit unsurudur. Zira ırkçılık geçmişte kölelik sisteminin ve sömürgeciliğin meşrulaştırma aracı olarak kullanılmış ve saf ırk oluşturma gibi çarpık bir ideolojinin teorik olarak temellendirilmesi sonucunda ise faşizmle beraber Avrupa’ya felaket getirmiştir.
Yarım asır önce uluslarüstü yapılanma sayesinde aşırı milliyetçilik ve faşizm yıkıntıları altından kalkan Avrupa, kafatasçılık olarak nitelendirilebilecek teorileri yine bilimsel çalışmalarla çürütmeyi başarmıştır. Ancak Avrupa toplumlarına geçmişten günümüze yerleşen ve dışlamacı unsurlar içeren basmakalıp inanışları, sadece ırkçı teorilerin dışlanması aracılığıyla ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Temel hak ve özgürlükleri düstur edinen 21. yüzyıl Avrupasında ırkçı ve yabancı düşmanı tavır ve davranışların hala ve giderek artan düzeyde yer bulması, bunun en önemli göstergesidir. Bu çarpıklığın temelinde ırkçı unsurların kültürel ve sosyal farklılıklara dayanarak yeniden şekil bulması yatmaktadır. Bu çalışmanın ileri sürdüğü tezlerden biri, günümüzde ırkçılığın tarihindeki ideolojiler etrafında gelişen linear bir yapı sergilemediği ve sosyo-kültürel farklılıklarla şekillenen önemli bir dönüşüm yaşadığıdır.
Öyle ki ırkçılık; yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, hoşgörüsüzlük, kültürel dışlamacılık, köktendincilik, ekonomik kızgınlık ve göç karşıtlığı gibi diğer olguları barındıran kompleks bir sosyal fenomene dönüşmüştür. Dolayısıyla Avrupa bugün ırk unsurunun ötesine geçen yeni biçimiyle, önyargıların körüklediği gelecek korkusu ve sosyal güvensizlik ile paralel düzlemde seyreden sosyal dışlamacı bir kültür yaşamaktadır. Bu durumu daha vahim kılan ise 1990’lı yıllardan itibaren bütünleşme sürecini ekonomiden siyasete hızlandırma hedefini kovalayan AB içinde, biz ve onlar arasındaki ayrımın artmasıdır.
Geçmişten günümüze kendini öteki üzerinden tanımlayan Avrupa’nın dışarıya karşı ördüğü duvarların içeride de yükselmeye başlaması, doğasında çokkültürlülüğü taşıyan siyasi ve sosyal entegrasyon sürecinin ciddi ve endişe verici bir şekilde istikrarsızlığı anlamına gelmektedir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, çok-kültürlü entegrasyon sürecinin sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasi dinamiklerinin sosyal marjinalleşme nedeniyle zarar görmesinin önüne geçmek ile özdeştir. İster bütünleşme ve küreselleşmenin getirisi sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlara ister güven(siz)lik sorunsalı kapsamındaki unsurlara dayansın, bu sorunun farklı nedenleri arasındaki ortak payda, ayrımcılık ve sosyal dışlamaya maruz kalan grupların ortak kimlikleri etrafında birleşerek marjinalleşmeleri yönündeki eğilimdir. Bu çalışmanın önemli bir kısmında, AB’nin entegrasyon anlamında yaşadığı sarmal bir dışlama ve dışlanma yapısından bahsedilmiştir. Buna göre, kendisine aşağı ırk ya da kültür olarak bakılan göçmen ve mülteci gruplar maruz kaldıkları sosyal dışlanma neticesinde azınlık bölgeleri oluşturmaya başlamaktadır.
Dışlanan grupların kendi değerlerine sarılarak toplu hareket etmeye başlamaları bu defa halkı rahatsız edip korkutmaya başlamakta ve en önemlisi aşırı sağ söylemlerinde ifadesini bulan önyargıları pekiştirmektedir. Yabancılara yönelik önyargılarla beslenen ve yeniden önyargıları pekiştirici sonuçlar doğuran bu toplumsal paradoks, çalışma içinde, ırkçı ve yabancı düşmanı önyargı ve davranışları toplumların gözünde rasyonalleştiren başka bir tezle tamamlanmaktadır. Buna göre, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının temelinde yatan kolektif korku ve beraberindeki saldırganlık, münferit olayların genellenmesi ve mantıksal çıkarımlar yoluyla gerekçelendirilerek meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Örneğin; yabancıların suç potansiyeli taşıdığı önyargısı, uluslararası boyuta erişen terör olayları nedeniyle, bireylerin gözünde somut bir gerçekliğe dönüşmektedir.
Benzer şekilde, ekonomik olumsuzluklar, göç, işsizlik ve artan yabancı nüfus oranları arasında da nedensellik bağı kurularak ırksal ayrımcılık normalleştirilmektedir. Ancak burada asıl nokta, toplumdaki bireylerin ırkçı düşünceler beslemesinin yanında, düşünsel düzeyli bu zeminin siyasal platformlara taşınarak politikaları şekillendirmesi ve böylece bu hastalıklı düşüncenin haklılık(?) payının meşrulaştırılarak davranış biçimine dönüşmesine meydan verilmesidir. Bu nedenledir ki popülist siyasetin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele kararlılığının önüne geçtiği ileri sürülmektedir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, özellikle AB bütünleşmesi söz konusu ise, çok-boyutlu bir yaklaşımı gerektirmektedir. Çünkü ırkçılığın ne kavramsal analizi ne de nedensel boyutu, yukarıda kısaca özetlendiği haliyle dahi, tek bir boyuta indirgenmekten uzak kalmaktadır. Ayrıca toplumdaki farklı gruplar için yabancılara yönelik öfkenin nedenleri ekonomik, yasal ve siyasal olmak üzere farklı kategorilere ayrılabilse bile, söz konusu öfke ve karşıtlığın aynı yabancı üzerinde tecelli etmesi, mücadeleyi farklı alanlardaki politika ve düzenlemelerin eş zamanlı yürütülmesini gerektiren bir yapılanma içine sokmaktadır.
Birliğin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelesi, parçalı ve dağınık bir politika ağının içine hapsolması nedeniyle tartışma konusu olmaktadır.
1990’ların ikinci yarısından önce, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda Topluluk/Birlik düzeyli yasal bağlayıcı düzenleme ve girişimler açısından boşluk yaşandığı bir gerçektir.
Birlik üye devletleri ırksal ayrımcılık konusunda ilk bağlayıcı düzenlemeyi 2000 tarihli Irk Eşitliği Direktifi üzerinden gerçekleştirmiştir. Ancak AB için önemli bir açılımı ifade etse de Direktifin uygulanması konusunda yaşanan sıkıntılar ve içeriğindeki boşluklar, 21. yüzyıl Avrupasının temel hak ve özgürlüklere yaklaşımının altında bir performansı simgelemektedir. Irkçılıkla mücadele konusunda AB’nin temel hak ve özgürlükler kapsamında tam anlamıyla bir standardı yakalaması, ancak anti-ırkçı politikaların tüm AB kurumlarınca ve tüm politika alanlarında uygulanmasını zorunlu kılacak yatay hükümlerin antlaşmalara dahil edilmesi halinde mümkün
görünmektedir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele konusunda AB’nin etkinsizliği, bu konudaki kararlılığını belirtmemesinden ziyade, bu kararlılığın ve hatta yasal düzenlemelerde öngörülen yaklaşımların, tamamlayıcı ve destekleyici unsurlardan uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Dahası sosyal ve siyasi alanlardaki farklı yaklaşımlar nedeniyle, hedef politikaların etkinliğinin baltalanması söz konusudur.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadeleye takılan bu çelmenin nedeni, büyük oranda, göç, entegrasyon, güvenlik ve işsizlik gibi konulara yönelik politikaların oluşturulması sırasında, toplumdaki olumsuz algılamaları pekiştirecek ya da korkuları meşru kılacak yaklaşımların benimsenmesidir.
Buradaki esas soru şudur:
Irkçılık ve entegrasyon düzenlemelerinde kültürel çeşitliliğe katkı olarak sunulması hedeflenen göçmen algısı mı, yoksa sıkılaştırılan güvenlik önlemleri kapsamında potansiyel terörist olarak muamele gören göçmen varlığı mı sosyal tabana yerleşen olumsuz algılamalar üzerinde daha etkili olmaktadır?
Bu soruların niteliği, sosyal tabandaki yabancı algılamasını doğrudan etkileyen politikaların tutarsızlığını açıkça ortaya koymaktadır.
Sosyo-ekonomik sorunların varlığını yabancılar üzerinden okuyarak beslenen aşrı sağ parti retoriklerini de bu sürece dahil etmek yerinde olacaktır. Zira entegrasyon, göç ve güvenlik sorunlarının salt yabancı varlığından kaynaklanan problemlere dayandırılarak dışsallaştırılmaya çalışılması ya da bu sorunların siyasi rant sağlama amacıyla seçim malzemesi yapılması, AB düzeyinde öngörülen anti-ırkçı politikaların kağıt üzerinde kalmasına neden olmaktadır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele bir kriz yönetimi olarak tanımlanırsa, AB tarafından bu krizin iyi yönetilemediğini ve çözüm olarak sunulan önerilerin dahi çoğu zaman sorunun parçası haline geldiğini söylemek mümkündür.
Yabancılara yönelik önyargıları ve öteki tanımlamasını kıracak en önemli araç, toplumun çoğulcu yapısına vurgu yapan kapsamlı ve tutarlı bir entegrasyon politikası ile bu politikayı destekleyecek çok-disiplinli siyasi açılımlardır. Bu noktada Birlik düzeyinde en düşük ortak paydanın belirlendiği bir entegrasyon yaklaşımına ihtiyaç vardır. Zira üye devletlerin entegrasyon gerçeğine bakış açısındaki farklılıklar, sadece ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda değil temel ayrımcılık konularında da Birlik düzeyinde tutarlı bir politikanın sürdürülmesini engellemektedir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunun olmazsa olmazı siyasi iradenin güncel siyasi kaygılardan bağımsız olarak işlemesinin tek yolu, anti-ırkçılığı siyasetin dışına çıkarmaktır. Bunun için Avrupalı siyasilerin elini taşın altına sokması gerekmektedir. Küreselleşme ve bütünleşmenin toplumsal farklılıkları görünür kıldığı bir Avrupa ortamında, yabancılar üzerine siyasi kartları oynamanın prim yaptığını tescilleyen siyasiler, bu farkındalıklarını iç siyasette genelde kendi lehlerine kullanmaktadır. Ancak aynı siyasiler, aynı zamanda, Avrupa sosyal toplum modelini de bütünleşik bir AB refah paylaşımı projesi içinde görmek amacıyla Brüksel’de iradelerini ortaya koymaktadır. Günümüz Avrupasının çok-kültürlü yapısı, bu refah projesinin toplumsal tabanda sadece biz olarak tanımlananlar üzerinden gerçekleştirilmesini imkânsızlaştırmaktadır. Çünkü ayrımcı söylem ve uygulamalar aracılığyla AB içerisinde biz ve onlar arasında camdan duvarlar örülmesinin geri dönüşümü, refah projesinin zararına olmaktadır.
AB düzeyinde kültürel etkileşimi etkin kılacak ve bütünleşmenin aşırı sağın milliyetçi söylemlerinin tekeline düşmesini engelleyecek kapsamlı politikaların üretilmesi gerekiyor.